19 Şubat 2010 Cuma

İki Denizin Buluştuğu Nokta


Merec; nokta, alan anlamına gelir.Merec-el Bahreyn; İki denizin buluştuğu noktadır. İki ilim, iki gönül engininin buluştuğu noktadır burası. Tebrizli Şems ile Mevlana'nın buluştuğu nokta.
Şems bir gezgin devrişti. Kendini tüccar diye tanıtıyor, şarkı bucak bucak geziyordu.
Amacı aradığını bulmaktı. Aradığı bir tassavuf arkadaşı, sohbetini anlayan bir gönül adamıydı. Şems'in tassavufu cühedalar tarafından çok eleştiriliyor, bazı zamanlar canı bile tehdit altına giriyordu. Bu görüş şu idi; "Şeriat, yolu bulmak için kullanılan bir fenerdir." Cehalet içinde kalmışlara cesurca şöyle diyordu:"Siz yol aldığınızı sanıyorsunuz. Siz yol almıyor yerinizde sayıyorsunuz." Aynı zamanda bu görüşü "Eğer yola değil de fenere odaklanırsan, gözlerin kararacaktır." olarak da yorumlanabilir. Aynı zamanda Şems dersler veriyor ve "Makalat" eserini tamamlıyordu. Bir gün ders esnasında aradığını Konya'da bulacağı içine doğmuştu. O kadar emindi ki; arkadaşlarına sürekli :"Yolculuk, arayış bitti." diyordu.
Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabb'ime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradıaren ğı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Şems geldiğinden itibaren Mevlana ile birlikte Medrese'nin bir odasında havlet(iki kişilik kesin bir yanlızlık) oldular.
Artık Mevlana ne vaazlarını, ne derslerini veriyor ne de müritleriyle iletişim kuruyordu. Bütün sorumluluklarını bırakmıştı. Bunun içinde el üstünde tuttuğu Mesnevi de dahildi. Bu süre kaynaklara göre 40 gün ile 6 ay arasındadır. Bu hadise doğal olarak bütün Konya'ya yayılmış, Konya'da isyan eşiğine gelinmişti. Hatta Şems ölümle bile tehtid edilmiştir.
Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti.
Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Eski Tarihten İki Fikir Ustası: Ömer Hayyam ve Yunus Emre



Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim'el Hayyam veya Ömer Hayyam (d. 18 Mayıs 1048 - ö. 4 Aralık 1131) Fars, şair, filozof, matematikçi ve astronom.

Hayyam Nişaburludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad'dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah'ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk'ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah'tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk'ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. (Kaynak: Semerkant-Amin Maalouf)

Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir. Dünyanın ilk rasathanesini kurmuştur. Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi'ni hazırlamıştır. Okullarda Pascal Üçgeni olarak öğretilen matematik kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim adamlarındandır. Birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir. Bunun yanısıra şu anda bilinmeyen denklemlerinde kullanılan x teriminin ortaya çıkardığı su götürmez bir gerçekçtir. Bunun hikayesi şöyledir;
Hayyam cebir çalışmalarında blinmeyene "şey" demiştir. Şey terimi İspanyollara geçtiğinde, "xey", "xeo" olarak telafuz edilmiştir. Bunun kısaltılması sonucunda "x" terimi ortaya çıkmıştır.

Doğuda rubaiyat türünün kurucusu olarak kabul edilmektedir. Rubailerinde çoğunlukla şaraptan bahseden Hayyam hiçbir dini kabul görmeyerek kendine özgü bir evren anlayışı kurmuştur.
Sözü ona bırakalım;
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?

Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte;
Karanlık içindeyim, ışığın nerde?
Cenneti ibadetle kazanacaksam
Senin ne cömertliğin kalır bu işde?


Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Bir şeyh bir fahişeye demiş:"Utamaz kadın".
"Hergün sarhoşsun, hergün birinin kucağındasın."
"Doğru." demiş fahişe;"Ya sen?"
"Sen göründüğün adam mısın?"

Yunus Emre'de sıra...
1240 yılında doğup 1321 yılında vefat ettiği bilinmektedir.
Türk edebiyatının ve tassavufunun Anadolu'daki kurucusu olduğu su götürmeyen bir gerçektir. Hacı Bektaşi Veli erkanınıdandır. Şiir sayısı somut olarak 1000 küsürdür ancak bir efsaneye göre 3000 şiir yazmıştır. Ancak Yunus Emre'nin tassavufunun karşıtı bir imam 1000 şiiri yakmış, 1000 şiiiri göle atmış geri kalan şiirleri okumaya başlayınca yanlış bir şey yaptığının farkına varmıştır. Göle atılan 1000 şiir denizlere, yakılan 1000 şiir semalara, geri kalan 1000 şiir karaya nur dağıtmıştır.(Bir efsane olduğu apaçık ortadadır.)

Yunus Emre'nin tassavufuna göre;
- Vücut(Arapçada maddi varlık anlamına gelir.): Allah'ındır. Yani insan ruhtur. Beden ise ona maddiyatta sınanabilmesi için verilmiş emanettir. Maddi varlık hiç bir zaman insanın olamayacaktır. İnsanın sadece ebedi olarak sahip olabileceği tek şey ruhudur. Zaten insana maddiyatta sınanabilmesi için verilecek her şey geri alınacaktır.

- Şeriat: Şeriat insanın dünyada varması gereken neticenin yoludur.

"Şeriat, tarikat yoldur varana;
Hakikat, marifet ondan içeri."*

Şeriat bir netice olarak görülmemelidir. Aynı zamanda insan şeriat ile yerinde saymamalı sürekli bir şekilde onun bir yol olduğunu bilip ilerlemelidir. Bu konuda Şems(Şems-i Tebrizi)'nin görüşüne benzer. Şems'te şeriatın sonucu bulmak için bir fener olduğunu belirtir. "Neticeye değil de fenere odaklanmak gözleri karartır."**
-Akıl/Ahlak:
Akıl Yunus Emre tasavufunda önem olarak 2. sıradadır, ahlak ise birinci sırada. Akıl ahlakı eğiten şeydir. En üstün insan aklı ahlakını eğiten insandır. Akıl ahlakı eğitmez ise ahlak cüheda kalacaktır. Yalnız bu durum aklın ahlağa düşman olmasından iyidir. Yani eğitilmemiş ahlak, ahlaksızlıktan iyidir.
"İlim, ilim bilmektir.
İlim kendini bilmektir.
Sen kendini bilmez isen;
Ya nice okumaktır."*

*Şiirler çağdaş Türkçeye uyarlanmıştır.
**Şems tasavufunun S.B.AKALAN tarafından yorumlanmış halidir.

Yunus Emre ve Ömer Hayyam konusunda bizi cahillimizden bir nebze de olsa kurtaran Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi'ne minnettarız.

24 Ocak 2010 Pazar

Yakın Tarihten İki Fikir Ustası: Fazıl Ve Hikmet

Yakın tarihimizin ustalarından bahsetmeden geçmek olmaz tabii. Ama ortada bir rekabet var; Fazıl ve Hikmet rekabeti... Bize sadece bahsetmek düşer, demiştik ya burası bir fikir çatışımı sitesi.
Üstaddan bahsedelim önce;
Türk şair, romancı, hikâyeci, piyes yazarı ve fikir adamıdır.Necip Fazıl Kısakürek, yazdığı Kaldırımlar adlı şiir çok beğenilmesinin ardından ömrünün geri kalanı boyunca Kaldırımlar Şairi olarak anılmıştır.Necip Fazıl, dört-beş yaşında iken, dedesinden okuma-yazmayı öğrenmiştir.İkinci Meşrutiyet ilan edildiği dönemde babası İstanbul'a gelen ilk arabalardan birini satın almıştır.1912 yılında Gedikpaşa Fransız Mektebi'nde okumuştur. Ardından Amerikan Mektebi'nde okumaya başlamış ve sırasıyla Büyük Dere Emin Efendi Mahalle Mektebi'nde, Büyük Reşit Paşa Nümûne Mekebi'nde okumuştur ve Vaniköy Rekber-i İttihad Mekteb-i Fünunu Bahriye'ye (Askerî Deniz Lisesi) girmiştir. Bu sırada babası annesinden ayrılmış ve başka biriyle evlenmiştir.Bahriye Mektebi'ndeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal Beyatlı'da varmış.
Bir Şiiri;
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölum, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir katibimi...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sümbül kokan
Türkçe’si bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...

Necip Fazıl Kısakürek

Allah'ın varlığına ve birliğine inanarak yazan bir şair, bu fikri savunan bir fikir adamıydı. Ancak Müslümanlığın Putperestliğin son dönemlerindeki bağnazlığına yaklaştığını, gerçek Müslümanlığın böyle olmadığını savunuyordu.

Sıra Hikmet'te. Cumhuriyet döneminin baş şairi olarak biliniyor şimdi. Zamanında orduyu darbeye teşvik ettiği iddiasıyla ordan oraya sürülmüş, Moskova'ya gömülmüş sonra da; "Nazım HİKMET, Nazım HİKMET... Türk Vatansever ve şair..." dyerek tanımlanmış muazzam bir tasvir şairi.

Türk şair ve oyun yazarı. Lakabı "Güzel Yüzlü Şair" veya "Mavi Gözlü Dev"dir. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncülerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır.Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nazım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Bir şiiri;
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Nazım Hikmet
Bize sunmak düşer, fikir sizin...
Bilgiler için tr.wikipedia.org'a müteşşekiriz.

Bir Şiir

FARKINDASIZLIK
Bir gün daha geçiyordu;
Sıradanlık içinde farklılıkla…
Yine ben,
Yine farklı kişiler ile
Farklı şeyler yaşıyordum.
Farkındasızlıkla…
Farklılığımı özgürlük sanıyor.
Her gün farklı yaşıyordum.
En azından ben öyle sanıyordum.
Ama nihai gün geldiğinde;
Kıyamet kopmuştu…
Derler ya: “ Her şey tersine dönecek.”
Ne tecrübe meçhul ama,
Sahiden olmuş, her şey tersine dönmüştü.
En azından ben öyle sanıyordum…
Hayır, ne deryalar dağ,
Ne de dağlar derya olmuştu.
Çok daha kötüsü;
Farkındalık, farkındasızlık,
Özgürlük, tutsaklık olmuştu.
Veya özgürlük sandığım tutsaklık.
O ara bir mahlûk geldi;
Zevk-i keyif içinde…
“Artık özgürsün”
Gitmesine izin vermedim tabii:
Arkasından;
“Ey gardiyan!” dedim;
“Sen beni nasıl esir ettin?”
“Ah be kendini özgür sanan esirim.”
“Ben sana haz ile mutluluk vaat ettim”
“Sen de hiç direnmedin.”
“Hazın doruklarındaydın tabii…”
“Fark etmedin.”
“Ben sana mutluluk değil;”
“İhtiras verdim”
“E sen de tembellik ettin her cahil gibi.”
“Hiçbir şeyi fark etmedin.”
“Öyle bir hayaldeydin;”
“Özgürlük sandığın kelepçen olmuştu,”
“Sana verdiğim haz; peşinden koştuğun yemin ”
“Ben sana haz vererek;
“İstediğim yere sürükledim.”
Bense ölünce fark ettim;
Hep aynı farkındasızlıkla,
Aynı kişiye itaat etmekteymişim...
MURATHAN MUNGAN

21 Ocak 2010 Perşembe

Ben İstanbul

Bir gün geldi ayağıma zat-ı hemşerim
Baktı bahrilerime, taşlarıma, tepelerime…
Ben de çocukça bir bönlükle bir iltifat bekledim;
“Of” dedi. “Nedir bana gazabın ah İstanbul.”
Sen de mi be hemşerim?
Gazabı olmadan gazabı eden var mı Rab’den hariç?
Benim omuzlarım büyük,
Sanılır ki her gazabı sırtlanırım.
Be hemşerim hiç mi mutlu olmadın?
Beni kandırmaya kalkışma,
Benim şahit senin mutluluğuna.
Sen şükür et beni sorma…
Ben hiç mutlu olamadım.
Şahidim bir Rabbim
‘dir bir de şu Beyazıtlı bedbaht.
Baktı o da tepelerime, bahrilerime…
Bir şeyler söyledi sessizce;
“Ey İstanbul sen ne vakit mutlu olursun?” diye.
“Kış mı, yoksa yaz mı?”
“Yoksa mutluluğundan mı bahardaki muazzam aşklar?”
Başladım bende anlatmaya;
Ben yaz mutlu olurum sanırlar bazıları.
Yaz değildir benim vakt-i mutluluğum.
Tam bir cahilliktir bu fikir.
Yaz benim korku vaktimdir;
Gecelerce işlediğim, yetmeyince sabahladığım günahlarım gelir aklıma…
Güneş çevirir yüzünü bana;
“İstanbul, İstanbul”
“Cehenneme amade ol diye yakıyorum seni acımasızca.”
Yanarım, yanarım, hep yanacağım aklıma gelir;
Bütün yaz yanacağımı düşünerek yanarım.
Bahar sanır bazı zatlar;
Bahar daha da kötüdür.
Bahar beni gazaptan kurtaracak sanırım.
Güneş yine oyununu oynar bana;
Beni ne yakar, ne kendini saklar.
Isıtır içimi beni günaha hazırlar.
Ey iradesiz hemşerilerim;
Ben sizden de iradesizim.
Hiç dayanamam günaha;
Mutluluk günahtan geçer sanırım.
İtiraf ediyorum; bir anlık mutluluk için;
Kendimi sonsuza kadar yakacağımı bile bile yaparım.
Ama ben de haklıyım.
Zaten sonsuza kadar gazap dolu hayatım.
O mutluluk sandığım, köprüyü geçinceye kadarmış.
Ben mi?
Köprüyü geçince anlarım.
Sonra ağlamaya başlarım, ağlarım, ağlarım…
Güzde en çok artar pişmanlıklarım.
Biter yazdan bahara süren aşklarım.
Ağlarım.
Güneş bakar ki bu böyle olmayacak;
Gider başka yerlere…
Onları yakmaya, yaktırmaya.
Ben kurtuldum diye sevindim sanırım.
O zaman bakarım;
Donar gözyaşlarım.
Yaşlanır, aklaşırım.
Bilmez kimse, sanırlar ben hiç üşümem.
Ah cahiller, siz benim kanımsınız.
Dolaştığınız sokaklarda damarlarım
Kanım durur, dolaşmaz damarlarımda;
Bayılırım, öldüm sanırım.
Bahar gelir,
Kanım kendini affettirmeye çalışır gibi akar;
Damarlarım dolar.
Ben her şeyi unutur;
Yeniden doğarım.
Sefa Barış AKALAN